Bok Çukuru
- corvinaecorvus
- 12 May 2022
- 6 dakikada okunur
Karga
5 Aralık 2021

Efendim merhabalar, eğer daha önce herhangi, bir yazımı okuduysanız muhtemelen ota boka kafa yorduğumu fark etmişsinizdir. Yahu bunu her insan yapmaz mı zaten? Yapar elbette, zira benim yaptığım da birçoğumuzunkinden çok da farklı değil. Nitekim benim amaçlarım arasında anlamak, anlamlandırmak ve gerekirse yeri geldiğinde anlatmak var. Tam bu nedenle bu yazıları yazıyorum zaten, yoksa bir halt bildiğimden değil yani. Geçenlerde aklıma düşen bir şeyden bahsetmek istiyorum bugün ve en sonunda vardığım bok çukurundan.
Bir süredir ekonomi ve türevi şeylere kafa yoruyorum. Normalde hayatım boyunca hiç umursamadığım ve araştırmayı pek de düşünmediğim bir konuydu bu zira hiç ilgimi çekmiyordu. Üniversite üçüncü sınıfa geçince işler değişti. Edebiyatın içerisine girdikçe aslında bunun gerekli olduğunu anladım çünkü birçok şey önünde sonunda ekonomiye varıyor. İdealler, fikirler, hesaplar… Bunların hepsi ekonomide birleşiyor çünkü her ne olursa olsun çok az insan idealleri uğruna hayatını zaruri bir yokluk içerisinde yaşamayı seçebiliyor. Konu Türkiye’ye gelince durum daha da vahim… Özellikle şu zamanlarda ortaokul hatta daha aklını kullanmayı yenice öğrenmiş ilkokul yaşında bir çocuğun dahi ülke meselelerine kendince kafa yorduğuna denk gelebilirsiniz. Bu kısmı ‘’ah vah çocuğum bu yaşta dert edinmişsin, bu ülke sana çok şey borçlu breh breh breh’’ şeklinde gebeş bir tarzda bitirmeyeceğim. Sadece şunu belirtmek istiyorum; Almanya’da yaşayan bir edebiyatçı ekonomik meseleler ile minimum içli dışlı olarak yaptığı işe devam edebilir ancak burada, bu pek ideal değil ne yazık ki. Ya da neyse ki? Bilemiyorum, yaşayarak öğreneceğiz anlaşılan.
Özellikle 21. yüzyılda bilim dünyasının ciddi bir viraj alması sonucu ortaya çıkan ‘’çok-disiplinli’’ alanlar yeni odakları da beraberinde getirdi. Bu süreç içerisinde ekonomi ve pazarlama alanlarına yenice uyarlanan davranış bilimleri ciddi kapılar açtı çünkü artık müşterilerin alışveriş alışkanlıkları ve karar mekanizmalarını da hesaba katmaya başladılar. İşte burada hayatımıza yeni bir kavram girdi; arzulananın arzulanması. Bunu örneklendirecek olursak aynı olan iki tişörtün birisinin üzerinde bir marka olduğu için diğerinden kat ve kat daha fazla olması durumu vardır ya, hah tam da bu durum. Şu ayrıntıyı göz ardı etmemek lazım; pazardan aldığınız tişört ile markalı bir tişört arasında kesinlikle bir kalite farkı olacaktır bunu inkâr etmiyorum ancak birisinin 50 diğerinin 220 birim para olması tamamen aradaki kalite farkından kaynaklanmaz elbette. Başka bir örnek olarak keyifli bir kitap serisi olmakla birlikte filoloji bağlamında ciddi bir kalite içermeyen Harry Potter serisinin ‘’Harry Potter mı yoksa Yüzüklerin Efendisi mi?’’ gibi bir ikilemin içerisine girebilecek kadar yükselmiş olması gösterilebilir.[1] Bunun nedeni elbette ki kalitesinin yarışabilir raddede olması değildir ancak o kadar ciddi bir popülerliğe erişmiştir ki insanların gözünde, sadece bu başarısından ötürü dahi yükselmiştir ki zaten seri tüm zamanların en çok satan kitap serileri arasında başlarda gelmektedir. Arzulanan şeyin sadece arzulandığı için daha fazla arzulanması durumu her zaman kötü örnekler doğuracak diye de bir kaide yoktur elbette yani bir şeyler çok talep edilir oldu diye o şeylerin kötü olduğu gibi bir gaflete de düşmeyelim. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı buna bir örnektir mesela; kitap ilk basıldığı zaman çok az ilgi görmüş bir kitap olmakla birlikte daha sonrasında bir anda çok ciddi bir ilgi almıştır. Nitekim kalitesine baktığımız zaman, gerçekten sahip olduğu arzulanma seviyesine layık bir kitaptır. Kısacası bu arzulanmanın arzulanması durumunun biraz daha ‘’kamusal’’ bir olgu olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. Eğer ‘’Sartriyen’’[2] bir bakış açısı ile değerlendirmiyor isek, bu utanç verici bir durum değildir zira gerek toplumun fikirlerini takip eden gerekse toplumun fikirlerine zıt giden hiçbir düşünce toplumdan bağımsız değildir çünkü zıddına da gitseniz o topluma, o toplumdan ötürü zıt gidiyorsunuz. İnsanın sosyal bir canlı olması gerçeği de cabası, varoluşumuz gereği başkalarını ve onların fikirlerini az ya da çok umursuyoruz ve umursamak zorundayız da. Elbette uslanmayan ben tabi ki bu konuyu da bir şekilde romantize etmeyi başardım. Daha önce de yazılarımdan birisinde dediğim gibi; romantizm ile benim aramda bir aşk-nefret ilişkisi var, ne onunla oluyor ne de onsuz… Fakat 18 ve 19. yüzyıllardaki romantizm ile bugünün romantizmi de aynı değil bundan mütevellit romantizme hunharca hönkürmek yerine yorumlamayı daha mantıklı buluyorum.
Kafama şu takıldı; peki ya biz bazen bir sevgiliyi sadece çok arzulandığı için arzuluyorsak? Biraz üzerine düşünüce hepimizin bunun benzeri durumlara düştüğümüzü fark edeceğimizi sanıyorum. Özellikle sosyal ortamlarda dikkat çeken insanların talep görmesi bir yana dursun normal şartlarda kabul etmeyeceğiniz bir insan dahi olsa bir merak uyandırır. Fırsat verilse dahi sevgili olmayacağınız ancak bir anlamda ‘’istediğiniz’’ insanları da dâhil ediyorum buna. Özellikle erkekler arasında şu soru vardır ya ‘’ulan kızlar bu adamda ne buluyo’ amına koy’im’’ işte o surunun cevaplarından birisi[3] budur. Nitekim bu durumun, yine bir sosyal etkileşimden ötürü oluştuğunu da unutmamak lazım. Buradan da aslında ‘’kitlelerin bilgiliği’’ dediğimiz konuya geliyoruz. Felsefe bazlı bir konu olmakla birlikte yüzeysel bir açıklama olarak ‘’kitleler içerisindeki bireylerin kararlarının, birbirlerinin kararlarından haberi olmadığı sürece ciddi bir düzeyde tutarlı olduğu sonucu’’ verilebilir. Altını çizdiğim üzere birbirlerinin karalarından haberleri olmadığı zaman bu durumdan bahsedebiliyoruz yani özellikle ‘’arzulananın arzulanması’’ konusunda pek de geçerli değil, mantığa uygun davranmıyoruz da başkalarının ilgilerine yönelik karalar verebiliyoruz.
Elbette ki ‘’arzulananın arzulanması’’ kavramı, yanında ‘’arzulanmanın arzulanmasını’’ da getiriyor. Kendimize itiraf etsek de etmesek de arzulanmak hoşumuza gidiyor. Belki de aşırı arzulanmak rahatsız edebilir buna bir itirazım yok. Bununla birlikte ‘’arzulanmanın arzulanması’’ durumu, ‘’arzulananın arzulanması’’ gibi çevresel faktörlerden gelip çevresel faktörlere göre belirlenen bir durum değil de, bireyin özünden gelip çevresel faktörlere göre belirlenen bir durum. Varoluşunu tamamlama çabası içerisinde gelişen bir durum olduğunu düşünüyorum zira bir topluluk içerisinde yaşamak için çok çeşitli şekillerde evrimleşmiş olan bizler sadece fizikken değil psikolojik olarak da hayatta kalmak için bir yer edinme gereksinimi içerisindeyiz. Tür içerisindeki rekabeti de hesaba katınca ‘’arzulanabilir’’ olmak daha da kritik bir yere geliyor ancak bir sorun var; sosyal medya… Şimdi burada sosyal medyanın iyiliği kötülüğü üzerine konuşmayacağım zira bunun mutlak bir cevabı yok, iyi tarafları olduğu gibi kötü tarafları da var elbette, bu yüzden sosyal mecralara bir öcü gözüyle bakmamak lazım. Eğer bu yazıyı okuyabiliyorsanız o da yine sosyal medyanın sayesinde ancak şunu da unutmamak lazım ki ekol fark etmeksizin tüm sosyal araştırmacılar, sosyal medyanın, insan için sağlıklı bir sosyallik oluşturmadığı konusunda hemfikir. Bunun altındaki temel sebep ise aslında sosyal veri girdilerine karşı çok yoğun alıcıları olan beynimizin, sosyal medya gibi sosyalliği hiper bir seviyeye çıkaran aracıya tepki verirken sağlıklı kararlar alamaması ya da aldığı karaları sağlıklı bir şekilde uygulayamaması. Bahsi geçen konuya meraklı olan kişilerin psikolog Barry Schwartz’ın yazıları ve konuşmalarına bir göz atmasını tavsiye ederim zira kendisi, insanın karar verme mekanizmasının ne kadar karmaşık ve sıkıntılı olduğu ve bu durumun dijital dünya ile nasıl körüklendiği üzerine epey çalışmış birisi. Velhasılıkelam, varoluşumuz gereği sahip olduğumuz ''arzulanmanın arzulanması’’ hali özellikle çağımız gereği var olan sosyallik şeklinden ötürü çok da sağlıklı bir şekilde tezahür edemiyor dolayısı ile aradaki çekişme de pek sağlıklı olmuyor. Herkes kendilerini bir anlamda ‘’self-promotion’’ ya da ‘’kendini tanıtma’’ peşinde ancak Jean Baudrillard’ın da dediği gibi; taklit, aslını o kadar aştı ki artık ‘’yeni gerçek’’ sahteliğin kendisi haline geldi. Buradaki sahtelikten kastım insanların kendisini gösteriş şekli elbette zira neredeyse hiçbirimiz sosyal medya üzerinde gösterdiğimiz gibi bir hayat yaşamıyoruz ancak bu başka bir yazının konusu.
Peki, şimdi diyebilirsiniz ki ‘’Karga bu anlattıkları iyi, güzel de nerede bu bok çukuru?’’ üçüncü kategorimizde yani ‘’arzunun arzulanması’’. Normal şartlarda bu yazıda 2 farklı tanımlama yapacaktım ancak ‘’arzunun arzulanması’’ kişinin kendisine arzu duyulmasını arzulaması gibi anlaşılmasın diye araya ‘’arzulanmanın arzulanmasını’’ ekledim. Gerçi iyi ki yapmışım zira yazı, organik bir şekilde kendi yoluna doğru evrildi. Peki, nedir bu ‘’arzunun arzulanması’’ ve bu durumu neden bir bok çukuru olarak adlandırdım? Genel olarak hayat içerisinde arzulama isteğine duyulan ihtiyacı açıklar bu tanımlama; hayatındaki temel motivasyonun arzu olması ve bir anlamda hayatına dair olan yakıtın bundan oluşması. İkili ilişkilerde bunu ‘’sevmeyi sevmek’’ şeklinde adlandırabiliriz diye sanıyorum ve işte bizim bok çukurumuz… Böyle adlandırıyorum çünkü bu direkt bireysel olup karşı taraf açısından kayıtsız kalınan bir durumdur, sizin kimi ne kadar arzuladığınız karşı tarafın sikinde dahi olmayabilir tabi sizden bir çıkarı yoksa. Buna karşın siz, yine de bildiğiniz yoldan devam edebilirsiniz zira başka bir alternatif mevcut dahi değildir. Başınızı dik tutmadığınız sürece sadece çürürsünüz. Lakin sağlıklıdır da çünkü karşı tarafı sevmenizin herhangi bir çevresel nedeni yoktur, tek nedeni ‘’öz’’dür işte bu yüzden arzunuzu sorgulamazsınız. Aynı şekilde kusur aramayı da bırakırsınız zira konunun merkezinde olan şey de bu değil. Dünyanın en güzel/çekici insanı olması da pek önemli olmaz arzunuzu oluşturabildiğiniz sürece. Tanımlamaya uyduğunuzu nasıl anlayacağınız kıstasına gelecek olursak; bahsi geçen kişinin başkalarına gösterdiği ilgiyi değil de, başkalarının ona olan ilgisini kıskanıyorsanız ancak bunun nedeni onun, her an bir başkasının ilgisine karşılık verebilme ihtimalinin sizi delirtmesi ise, aramıza hoş geldiniz… Bu bok çukurunda beraberiz…
[1] Bununla alakalı ayrıca bir yazı yazmayı planlıyorum. [2] Jean-Paul Sartre’dan adını alan ve ‘’Sartre’cı düşünce’’ anlamında kullandığım bir terim. Buradaki önemi ise Sartre’ın toplum ile alakalı olan olumsuz bakış açısıdır. [3] Cevaplarından birisi diyorum çünkü bu durumun birden fazla cevabı vardır elbette ancak ayrıntıya girmemek maksadı ile es geçiyorum. Aksi takdirde cinsel seçilim sürecine göz atmamız gerekir.
Komentarze