top of page

Karga'ya Ait Anekdotlar-1: Tamamlanmış Bir Hayat


 

Tamamlanmış Bir Hayat

Karga

29 Ağustos 2021

 

Normal şartlarda hayatımla alakalı yazılar yazmaya dair herhangi bir planım yoktu keza öyle olağanüstü bir hayatım da olmadı, en azından şu an öyle değil. Kendine göre zorlu zamanlar yaşayan her insanın yaşam koçu kesildiği bu zamanda birçok kavramın altındaki anlam boşaltılıyor olsa da bahsini geçirmek istediğim olay da yine anlam yitimine uğradığım bir döneme ait olduğu için kendimce bahsetmeye değer olduğunu düşündüğüm önemli dönüm noktalarımdan birisi. Tüm bunlardan ötürü anlatmayı uygun gördüm ki zaten hayat, bizim her hatayı yapabileceğimiz kadar uzun değil ve tam da bu yüzden başkalarının hatalarından ders çıkarmak lazım, demiş Lev Tolstoy[1]

Bahsini geçireceğim durum ben üniversitedeyken oluştu. Üçüncü sınıfa geçmiştim, ilk dönemin finalleri sonrasıydı diye hatırlıyorum zira bir aralık olmuştu ve biz sınav sonuçlarını bekliyorduk, ayrıca hava soğuktu[2]… Tabi o zaman COVID-19 ya yoktu ya da daha yeni ortaya çıkacaktı kısacası biz yüz yüze ders yapıyorduk. O dönem Fundamentals of Learning (Öğrenimin Temelleri) adlı bir dersimiz vardı, bir çeşit metodoloji dersi diyebiliriz. O derste bize dil edinimi ve öğretimi ile alakalı eğitim veriliyordu ve açıkçası bayağı keyif de aldığım bir dersti. Noam Chomsky, Stephen Krashen, Benjamin Bloom gibi önemli isimlerin dil teorileri üzerinde konuştuğumuz ve hatta beynin çalışma dinamiği ile alakalı nörolojiye selam veren eğitimler gördüğümüz bir dersti bu. Zorlayıcı bir dersti nitekim benim hoşuma gidiyordu keza ben bu ve benzeri konulara meraklı birisiydim, özellikle seksolojiye olan ilgim, dağcılıkta tanıştığım bir hocamın da etkisi ile evrimsel psikolojiye kafayı takmama sebebiyet vermişti ve tüm bu konular da dolaylı yoldan dersin konusuna selam çakıyordu. Final sınavından beklentim öyle ahım şahım bir şey olmasa da 80 veya o civarlarda bir şeydi. Sonuçlar açıklandı ve aldığım not; 60. Buradaki önemli ayrıntı şu idi; benim notuma itirazım yoktu sadece aklım almamıştı yani nasıl bu denli bir fark oluşabildi çünkü verdiğim cevaplar kesinlikle orijinal olmakla birlikte, tam nokta atışı olmasa da dişe dokunur şekildelerdi. Hocama, nerede hatam olduğunu anlayamadığımı ve bundan ötürü vakti olursa bana kâğıdımla alakalı geri dönüş yapmasını istedim. Kendisi de anlayışla karşıladı tabi[3] ve bana müsait olduğum bir vakit yanına gelmemi ve böylece değerlendirme yapabileceğimizi söyledi. Hikâyenin civcivli kısmı da şimdi başlıyor…


O dönemler varoluşsal krizlerimin tavan yaptığı dönemlerdi zira bir türlü kendimden memnun olamıyordum; yakışıklı olmamakla birlikte her ne kadar yüzüne bakılmayacak derecede bir insan olmasam da bir ortama girdiğim zaman görüntümle dikkat çeken bir insan da değildim. Orta boylu, esmer ve kendimi bildim bileli fit bir insandım ancak anlaşılacağı üzere öyle heybetli bir görüntüm de yoktu. Notlarım yüksekti fakat harikalar yaratacak bir seviyede de değildi. Edebiyat okuyordum ancak kendimi bir türlü yeterli göremiyordum, bin bir farklı disipline olan merakım hiçbirinde kayda değer bir seviyede olmamam ile birleşince kendimi çaresiz hissediyordum. Yazdığım hikâyelerdeki dil zayıftı, her okuyuşumda başka bir kusur buluyordum. Canı gönülden istediğim öğretmenlik fikri, eğitim sisteminin vasatlığı ve öğretmenlerin hayat standartlarının, her geçen gün ekonomisi kötüye giden bu ülkede iyice azalması gibi şeyler de idealist bir gelecek hayalimi yıkıyordu zira ay sonunu nasıl getireceğini düşünen bir eğitimci, öğrencisine ne kadar çok şey katabilirdi ki? Diğer sektörlerde de benden çok daha azimli insanlar varken beni neden alsınlar diye düşünüyordum. Aşk hayatı desen zaten sıkıntılı; geçmişimdeki kadınlar her ne kadar değerli insanlar olsa da ilişkilerimiz pek uzun sürekli olmamıştı. Bu durumun birçok farklı nedeni olsa da ayrıntılara girmeye gerek yok. Hâlihazırda olan ilişkim de yeni bitmişti zaten ve kendisinden pek de değer görmediğim aşikârdı, olayın sonunda biraz kullanılmış gibiydim. Kısacası oradan da fire vermiştim ve genel olarak bel bağlayabileceğim herhangi bir değerim kalmamıştı diyebilirim. Tüm bunlar toplandı ve ben artık her şeyden vazgeçmeyi istiyordum. Burada bir ayrıntı belirtmem lazım; daha öncesinde intihar vb. düşüncelere düşen insanlara da denk geldiğim için bu konu hakkında makaleler okumuştum ve şunu öğrendim ki intihar girişimlerinin %70’inden fazlası başarısızlıkla sonuçlanıyormuş. Buradaki tezatlık şu; bir insan için ölmek aslında çok kolay peki neden girişimlerin ezici çoğunluğu başarısız? İşte buna intiharın psikolojisi deniyor, insanların çoğu aslında gerçekten istedikleri için intihar etmiyorlar keza gerçekten ölmeyi de istemiyorlar ve bundan ötürü girişimler zaten başarısız olma ihtimali yüksek şekillerde yapılıyor. Bu da intiharların aslında bireysel değil toplumsal olduğunu gösteriyor yani o insanlar aslında çevresine mesaj vermeye çalışıyorlar. Sıkıntı şu ki ben bunların hepsinin farkında idim ve zaten kafamdaki mantalite ‘’aman tanrım hayat çok kötü ölmek istiyorum’’ şeklinde de değildi ‘’evet, durum bu, her şeyin farkındayım zaten hayattan da her zaman güzel olmasını beklemiyorum ancak bu böyle devam edecekse ben böyle bir işleyiş içerisinde var olmak istemiyorum’’ tadında bir düşünceydi. Zaten işin ciddiyeti de buradan geliyordu zira farkındalığını kaybetmemiş bir insan bu yola girdiği zaman yapılabilecek şeyler pek az sayıda. Bugün bile o anımı düşününce gerçekten konuyla alakalı ne kadar soğukkanlı olduğunu hatırlıyorum ve ucundan döndüğümü idrak etmek korkutucu geliyor. Nitekim kendime de şüpheci yaklaştım ve bir süre vermeye karar verdim ve bu süre sonunda herhangi bir konuya dair bir şeyi değiştiremezsem gayet soğukkanlı bir şekilde yapacağım şeyi de biliyordum. Bir süre derken bu süre takatimin ulaştığı maksimum süre ne kadarsa o kadardı yani 1 hafta da olabilir 1 ay da. Velhasılıkelam, bokun tezeğin içerisinden çıkamadığım bir dönemdeydim ve kâğıdımı merak ediyor olmamın nedeni notumu umursadığımdan değil, nerede eksik yaptığımı görmek istediğimdendi. Müsait olduğum bir vakit Ayşe Hoca’nın[4] yanına gittim ve kâğıdımı incelemeye başladık. Açıkçası ben her şeyi anlatmışım ancak hiçbir şeyi anlatamamışım… Hocamın bana ‘’yani evet, bakıyorum diyorum 'çocuk bir şeyler anlatmaya çalışıyor' ancak bir türlü bir araya toplayamıyorum, anlayamıyorum seni’’ minvalinde bir şey söylediğini de hatırlıyorum. Kâğıdımı incelemeye devam ettikçe içimde hafiften bir bunalma hissi oluşuyordu çünkü kendimle alakalı üzücü farkındalıklarımın haklı olduğunu görüyordum. Hocam da, kendi düşüncelerimde boğulduğumu fark etmiş olacak ki bir anda ‘’senin başka bir sorunun var’’ dedi ve elindeki kâğıdı kenara koydu. Ben de anlatmaya başladım, nelere meyilli olduğumdan bahsetmedim tabi... Zaten yardım çığlıkları atma ihtiyacı hissetmemem birçok şeyi gözden çıkardığımın esamesiydi. Benim tedirginliğim, beni teselli etmeye çalışacağı ya da umut verici sözler söyleme çabasına gireceği idi çünkü benim gıyabımda bu ve benzeri söylemler, hayatın belirsizliğinin getirdiği kaosun güzellemesinden pek de farklı değildi. Nitekim öyle de olmadı, uzun uzun konuştuk ve yoğun olarak yaptığı şey, benim belirttiğim rahatsızlıkları sorgulamaktı. Antik zamanın Sofistleri gibi davrandı diyebilirim; nitekim bu da benim üzerimde pek çalışmıyordu daha doğrusu beklendiği gibi çalışmıyordu ta ki hem sorunun temelini hem de hocamın sorgulamalarının neden çalışmadığını fark edeceğim o soruyu sorana dek. Gerçi soru dahi değildi ancak bende öyle bir etki yaratmıştı. Sorduğu sorulara karşılık kendimi ifade ederken nasıl bir hale büründüysem hocam —benim kendime davranışımdan rahatsız olmuş olsa gerek— sözümü kesti ve bana şunu söyledi;


‘’Daha sen kendini sevmiyorsun, başkası seni niye sevsin?’’


Çok basit bir cümle, değil mi? Hatta basit de bir mantık gibi nitekim öyle değil. Öyle değil çünkü burada kendini hoş görmekten bahsedilmiyor ya da sözde motivasyon konuşmacılarının ağzından çıkan boş beleş laflara da benzemiyordu. Cevap veremedim tabi nitekim kafamda bir ışık yandı. O günüm abartısız tamamen bu konuyu düşünmekle geçti, farklı konularla birleştirdim acaba bu mantık çalışabilir mi diye baktım. ‘’Dönüp kendimde iyi olan şeylere bakmaya çalıştım’’ vs. demiyorum, huyum değil kötümser bir adamım ben. Lakin denklemleri oturtmaya çalıştım ve şunu fark ettim ki sadece bizim toplumumuzun değil genel olarak insanların düştüğü hataya düşmüşüm; referans noktam yanlışmış. Herkesin ortak acısı olduğu için empati kurmasının daha kolay olacağı bir konu üzerinden örneklendirmek istiyorum; birçoğumuzun yaptığı hatadır bu kendini tamamlanmış hissetmek için başka birisinin hayatında olmasına muhtaç kalmak… Bu durumun aslında kendini sevmemekten kaynaklandığını anladım yani aslında asıl sorun hayatınızda bir insanın eksikliği değil, bir nevi kendi eksikliğiniz. Lakin tamamlanmak için başkasına muhtaç olmak… İşte tam da burada işler çığırından çıkıyor, müthiş bir acizlik bu. Birisini hayatında istemek bir acizlik değil yanlış anlaşılmasın ancak kendini sevmek için bunu şart koşmak işin sıkıntılı kısmı. Bu durum hayatında birisi olsa dahi sıkıntı çünkü içten içe bir tatmin arayışına çıkınca ilişkiyi takip etmekte zorlanıyorsunuz tıpkı konsere giden bir insanın sosyal medyaya hikâye atmak için konseri çekmeye çalışması gibi; gerçekten yaşanan o an kaçıp gidiyor. Eksikliğini, sevdiğin üzerinden tamamlamaya çalışınca da sadece birbirinizi tüketiyorsunuz gerek bilerek gerekse bilmeyerek. Hâlbuki kendini ‘tam’ hissedince sevgin daha saf bir hal alıyor çünkü karşındakini sadece o olduğu için seviyorsun sana gerek olduğu için değil. Karşındakini, kendini sevdiğin için seviyorsun, sevgiye layık olduğunu düşündüğün için, herhangi bir çıkar gözetmeksizin.


Kısacası bu durum, benim hayatımdaki dönüm noktalarından bir tanesi oldu. Zaten benim şansım da budur; içerisine doğduğum aile ve hayatıma denk gelen hocalar. Anlaşılan hayatımdaki tüm şansı bunlar için kullanmışım keza alelade işlerde pek şanslı bir insan olduğum söylenemez. Varsın öyle olsun, aksini yeğlemezdim.

 

[1] Bahsi geçen söylem ile alakalı olan karmaşa şudur ki bu sözü Lev Tolstoy mu söylemiş yoksa Eleanor Roosevelt mi söylemiş kesin değil. Benim gözlemlediğim kadarı ile Tolstoy böyle bir lafı edecek kafa yapısına sahip olmakla birlikte ben Eleanor Roosevelt ile alakalı da pek bir bilgiye sahip değilim. Bu yüzden sözü Tolstoy’a atfederek yazıma devam ettim. [2] Beni yakinen tanıyan birçok insan bilecektir ki bu durum benim açımdan pek nadir yaşanır. Üşümeme gibi bir durumum olduğundan mütevellit olayın muhtemelen kış aylarının en yoğun zamanlarında yaşanmış olduğunu sanıyorum. [3] Konudan bağımsız olarak söylüyorum öğrencinin kâğıdını görmesi resmi olarak hakkıdır. Bunu belirtmemin sebebi kâğıdı görmek istediği zaman dersten bırakılmakla tehdit edilen insanların varlığını biliyor olmamdır. Bu yazıyı okurken üniversite yıllarında olan veya üniversiteye geçmek üzere olan arkadaşların bunu hatırlamasını istiyorum. İtiraz etmeniz ve bu itirazın ardını en sağlam şekilde takip etmeniz dâhilinde hakkını almanız işten bile değil, üniversiteler o kadar da yozlaşmış halde değil emin olun. Benim şansım şudur ki ne kendi hocalarım arasında ne de çevremde öyle hocalara denk geldim. [4] Hocamın adı Ayşe değildi ancak kendisinden yazı ile alakalı bir geri dönüş almadığım için kendisinin adını kullanmak yerine annemin adı olan Ayşe’yi kullanmayı tercih ettim.

Comments


Fikir ve görüşleriniz için...

Gönderiminiz için teşekkürler!

İnsan, anılarda yaşar.

bottom of page