top of page

Karşıt Karakter (Antagonist) Neden Daha Önemlidir?

  • Yazarın fotoğrafı: corvinaecorvus
    corvinaecorvus
  • 8 Nis
  • 13 dakikada okunur
 

Karga

4 Nisan 2025

 


Yazının başlığından da anlaşılacağı üzere karşıt karakter yazımının hikâye açısından neden ana karakterin yazımından daha önemli olduğunu anlatacağım bu yazının motivasyonun, özellikle son zamanlarda film sektörünün piyasa amaçlı çıkarttığı ve hiçbir özen ve önem arz etmeyen filmlere olan sinirimden geldiğini söylersem yalan olmaz. Burada rezil rüsva Türk dizi sektörünün de payı var elbette ancak ben pek dizi insanı olmadığım için çok da şey etmeye gerek yok… Konuyu açıkladıktan sonra birtakım örnekler üzerinden de ilerleyeceğim ki neyi nasıl ima ettiğim daha belirgin olsun ancak tüm bunlardan önce kısa bir literatür tazelemesi yapsak iyi olur sanki. Fakat yazıya başlamadan önce belirtmeliyim ki yazı boyunca bazı kavramların İngilizcesini kenarlarında spesifik olarak belirteceğim zira alanın literatürü İngilizce, böylece isteyenler daha rahat bir şekilde araştırma yapabilirler. Son olarak, yazıda vereceğim örnekleri mümkün mertebe popüler örneklerden seçmeye çalıştım ki anlaşılması kolay olsun. Elbet ki bilinmeyen örnekler çıkacaktır mamafih ben yazımı, bahsettiğim karakter ve hikayeleri bildiğiniz varsayımı üzerine kurgulayacağım.

 

Ana Karakter (Protagonist) vs. Karşıt Karakter (Antagonist)

Yazı boyunca açıklayacağım kavramlar arasında en temel ve basit iki kavramların bu olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Her ne kadar ismine müsemma olsalar da belirtmeliyim ki ana karakter hikâyenin anlattığı ya da hikâyenin kendisinin etrafında oluştuğu ya da bizim hikâyeyi kendisinin etrafında gördüğümüz karakteri ifade etmekte iken kaşıt karakter ise ana karakterin fonksiyonel olarak karşısına konuşlandırılan karakteri ifade eder. Bu iki kavramın da herhangi bir ahlaki yargı belirtmediğini unutmayalım çünkü yazının devamında bu ayrıma fazlasıyla gireceğiz. Daha spesifik bir örnek verecek olursak siz Harry Potter hikayesinin Voldemort’un gözünden anlatırsanız bu sefer sizin ana karakteriniz Voldemort olur ancak bu onu iyi bir karakter yapmaz, kendisi hala hikayenin ‘kötü adamı’dır. Ezcümle bu iki kavram sadece hikâyenin denkleminin kurulmasında referans noktası olarak kimin nereye konuşlandığının ifadesidir.

 

Kahraman (Hero) vs. Kötü Adam (Villain)

İlk iki kavramın aksine Kahraman ve Kötü Adam ikilisi hikaye örgüsü içerisinde ahlaki bir konum belirtirler. Kahraman, cesaret, dürüstlük ve özveri gibi asil nitelikleri bünyesinde barındıran bir karakterdir. Güçlü bir ahlaki pusula ile hareket ederler, sıklıkla başkalarını korumak veya adaleti sağlamak için zorluklarla yüzleşirler. İster olağanüstü yetenekleriyle ister saf kararlılıklarıyla olsun, kahramanlar etraflarındakilere ilham verir ve dünyalarında iyilik için bir güç görevi görürler. Yolculukları sıklıkla mücadele, fedakârlık ve kişisel gelişim içerir ve bu da çabalanması gereken bir ideal olarak rollerini pekiştirir. Öte yandan bir kötü adam, bencillik, kötülük veya yıkıcı hırslarla hareket eden bir karakterdir. Kişisel kazanç, ideolojik nedenler veya salt zalimlik için kahramana aktif olarak karşı çıkarlar. Sadece kahramanın yoluna çıkan bir düşmanın aksine, bir kötü adam başkalarına zarar verme veya kendi çıkarları için düzeni bozma istekleriyle tanımlanır. Varlıkları çatışmayı yoğunlaştırır, kahramanı zorlukların üstesinden gelmeye zorlar ve nihayetinde hikâyenin ahlaki kıstasını tanımlar. Buradan da anlaşılmalıdır ki alışılagelmiş olanın aksine bir hikâyenin ana karakteri kötücül olabilecekken karşıt karakteri iyicil olabilir. Bu durum özellikle çağcıl hikâye anlatıcılığında sıklıkla görülen bir durum olmakla birlikte hikâyelerde, ahlaki yorumlamaların geçirgen ve geçişkenliğinin hareketliliği gereği görülüğünden daha karmaşıktır. Ki bu da bizi sıradaki iki kavrama doğru götürür.

 

Asi Kahraman (Rogue-hero) vs. Karşı Kahraman (Anti-hero)

Asi kahraman kavramı gaye olarak iyicil olan ancak yöntemleri gerek mantıksal gerekse ahlaki olarak sorgulanabilecek ve hatta yer yer kendisi ile çelişen karakterlerdir. Buna en bariz örnek bir folklor ürünü olan Robin Hood’dur. Robin Hood amaç olarak soylu bir amaca hizmet eder; zenginden alıp fakire vererek redistribüsyon yaparak sosyal adaleti sağlar. Fakat sorun şudur ki kendisi bu amacını zenginden çalarak, yağma yaparak, haneye tecavüz ederek ve hatta—her ne kadar genellikle bu durum anlatı içerisinde masumlaştırılsa da—öldürerek yerine getirir. Anlatı bu durumu ziyadesiyle yumuşatır ve hatta olağanlaştırır çünkü Robin Hood bunu zaten halktan çalan ‘kötü adamlara’ yapmaktadır. Mamafih, yine de eylemleri her ne kadar kendisinin kötü addettiği bir güce karşı yapılıyor olsa da ahlaken sorunludur. Bu da onu gayesi gereği kahraman ancak ahlaki kusurları gereği ise kusurlu (asi) bir kahraman yapar. Pekişmesi adına bir o kadar popüler bir başka örnekten daha gidersek Batman gayet uygun olacaktır. Batman, Gotham Şehri’ni suç ve yolsuzluktan kurtarmaya çalışan ve derinden kusurlu bir sisteme adalet getirmeyi amaçlayan bir kahramandır. Eylemlerin ahlaki görev duygusu ve korkunun yanlış yapmayı caydırabileceği inancı—ki ebeveynlerinin gözünün önünde öldürülmesini de unutmamak gerekir—tarafından yönlendirmesine yani bir ‘mutlak iyiyi’ arzulamasına rağmen eylemleri ahlaki açından ziyadesiyle sorguya açıktır. Örneğin kendisi kanunsuz bir infazcıdır; hukuki sürece uygun bir yasal süreci takip etmez takip etme gibi bir gayesi de yoktur. Suçları bazen acımasızca ve hatta düzenli olarak döver ve korkuyu birincil araç olarak kullanır, düşük seviyeli suçlularda bile… Elbette bu eylemleri bilgi almak adına uyguladığı psikolojik ve fiziksel işkence ve zorlamalar da takip eder. Bilgi alma yöntemleri arasında ileri teknoloji aygıtları ile izinsiz gözetim de elbette bulunmaktadır ki hatta bunu müttefiklerine bile uygular ve bu duygusal kopuşun en bariz örneklerinden birisidir. Her ne kadar ‘öldürmeme kuralı’ olsa da kendisinin yöntemleri sıklıkla otoriterlikle flört eder ki bu da akla şu klasik soruyu getirir; kişinin kendisi baskının sembolü olmadan suçla mücadele edebilir mi? Elbette ki Batman bu eylemlerini hukuki sistemlerin yetersiz ve yozlaşmış olduğu iddiasına dayanarak işlerini kendisi halleder. Nitekim kendisinin de pek ahlaklı ve/veya hukuki uygulamalar kullandığı söylenemez. İşte bu tezat ve ahlaki ikilem asi karakteri oluşturan temel yapıtaşlarıdır. Böylece karakter sadece derinlik kazanmış olmaz aynı zamanda daha geniş bir oyun alanına sahip olmuş olur.


Oyun alanı demişken belki de tüm bu kavramlar arasındaki en geniş oyun alanına sahip türe geldik… Karşı kahraman—ki ben karşıt karakter ile karıştırılmaması için kendisine bir diğer tanımı olan anti-kahramanı kullanmayı tercih ediyorum—ise idealizm, cesaret veya ahlak gibi geleneksel kahramanlık niteliklerinden yoksun olan merkezi bir karakterdir. Bencil, alaycı veya ahlaki açıdan belirsiz olabilirler ancak hikâye yine de onların bakış açısını takip eder. Kötü adamların aksine, anti-kahramanlar kötülük tarafından yönlendirilmezler genellikle ilişkilendirilebilir güdülere sahiptirler ancak yöntemleri veya kişilikleri onları klasik kahramanlardan ayırır. Onları doğru ile yanlış arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran kusurlu kahramanlar olarak düşünün. Tüm bu kavramlar içerisinde en esnek ve/veya en muğlak olanıdır; kahraman ya da kötü adam olmadığı bellidir ki zaten sorun da buradadır, bu ikisi de değilse o halde nedir?

Karakter Tipi

Ahlaki Meşruiyet

Yöntem Meşruiyeti

Anlatısal Merkezilik

Kahraman

Kötü Karakter

Anti-Kahraman

Asi Kahraman

Antagonist

Protagonist

Yukarıda hazırlamış olduğum şekilden de anlaşılacağı üzere aradaki temel fark anti-kahramanın ahlaki meşruiyetinin muğlaklığıdır. Anti kahramanların kötü şeyler yaptıkları zaman kötülük tarafından yönlendirilmediğini söylemiştik, kendileri aynı zamanda bazen ahlaken iyi şeyler de yapsalar motivasyonları ‘iyi olmak’ değildir. Pragmatik bir anti kahramana örnek verecek olursak Jack Sparrow’u konu edinmek uygun olabilir. Jack Sparrow, klasik bir kahramanın geleneksel erdemlerinden yoksun olduğu için bir anti-kahramandır; bencil, manipülatif, ahlaki açıdan öngörülemez ve genellikle asil ideallerden ziyade kişisel çıkarlarla hareket eder. Şeref veya görev duygusuyla hareket eden tipik bir kahramanın aksine Jack aldatma, doğaçlama ve şansla hareket eder ve genellikle kendi özgürlüğüne ve hayatta kalabilirliğine öncelik verir. Buna rağmen, bazen başkalarının yararına kararlar alır ancak çoğu zaman öngörülemez veya isteksizce. Karakterin çekiciliği de bu çelişkide yatmaktadır; ne tamamen iyi ne de tamamen kötüdür ancak kuralları esneten, ahlaki çizgileri bulanıklaştıran ve yine de hikâyenin sonucunu şekillendiren karmaşık bir figürdür. Yani ne iyiliği iyilik ne de kötülüğü kötülük adına yapar ki zaten bu da anti-kahraman ve asi kahraman arasındaki ince fakat bariz çizgilerden birisidir. Bir başka örnek olarak Dexter’ı ele alalım; Dexter bir anti-kahramandır ancak bir asi-kahraman değildir çünkü eylemleri topluma karşı politik veya ideolojik bir muhalefetten değil, içsel bir zorunluluktan kaynaklanır. Miami polis departmanında adli tıp analistidir ve adaletin elinden kaçan diğer katilleri hedef alan bir seri katil olarak ay ışığında çalışır. Evlat edinen babasının öğrettiği katı bir kişisel kurala (Harry'nin Kuralları) uyar ki bu da ona bir ahlaki amaç görünümü verir, ancak bu ahlak kendi içinde tutarlıdır ve incelenmemiştir. Adalet sistemini düzeltmeyi veya kurumsal yolsuzluğu ortaya çıkarmayı amaçlamaz ve hatta aslında, tespit edilmekten kaçınmak için sistem içinde çalışır. Başlıca çatışması psikolojiktir; canavarca dürtülerini insan gibi görünme ve toplumda işlev görme arzusuyla nasıl dengeleyeceği üzerinedir. Normal duygusal hayattan kopukluğu ve hesaplanmış şiddeti onu çekici kılar ancak asi yapmaz. Dexter, sistemik değişim arayan bir asi değil, travma ve patoloji tarafından şekillendirilmiş soğuk bir anti-kahramandır. Benzer şekilde Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’un anlatısı yapısal meydan okuma değil, felsefi ve ahlaki çelişki etrafında dönen, derinden içe dönük ve işkence görmüş bir anti-kahramandır. Bir tefeciyi öldürür; görünüşte bazı bireylerin (Napolyon gibi) eylemleri daha büyük bir iyiliğe hizmet ediyorsa ahlaki yasanın üstünde olduğu teorisini test etder. Ancak bu teori pratikte devrim niteliğinde değildir; egoisttir, yabancılaşmasını, yoksulluğunu ve kızgınlığını mantıklı kılmanın bir yoludur. Cinayetten sonra suçluluk, paranoya ve varoluşsal korku tarafından tüketilir, siyasi inanç değil. Deliliğe inişi ve sonunda itirafı, suçun herhangi bir toplumsal yapıyı parçalamaktan çok kendi istisnailiğini kanıtlamakla ilgili olduğunu ortaya koyar. Hiçbir zaman isyanı ateşlemeye çalışmaz veya sistemi belirsiz bir memnuniyetsizliğin ötesinde eleştirmez. Mücadelesi içseldir: gurur ve vicdan, irade ve zayıflık arasındadır. Raskolnikov, Dostoyevskici anlamda bir anti-kahramandır; kendi düşüncelerinin ima ettiği şeylerle parçalanmış bir adam, bir davaya sahip bir asi kahraman değil…


Bu konuyla ilgili örnekler gerek edebiyatta gerekse sinemada bitmek bilmez. Tam da bu yüzden konuyu daha fazla uzatmadan yazının esas noktasına geçmek istiyorum ancak 1-2 laf etmeden de burayı bırakasım yok açıkçası. Bu kavramlar elbette ki karakterleri incelemenin kolaylaşması adına konunun uzmanları tarafından oluşturulmuş kavramlar ki verdiğim örneklerden de anlaşılacağı üzere sadece modern anlatıların değil halk kahramanlarının[1] ve hatta masalların karakterlerinde bile rastlanabilecek olgulardır. Nitekim ben özellikle asi ve anti kahraman gibi daha gri tarafta yer alan karakterlerin modern hikâye anlatıcılığında daha sık görüldüğünü kanısındayım. Buna sebep olarak da toplumun değişen ve daha da karmaşıklaşan dinamiklerini işaret ediyorum. Kompleks toplumsal yapıların oluşması sonucu genel olarak hayatın içerisindeki kötü-iyi, doğru-yanlış, ahlaklı-ahlaksız gibi kavramların daha sık muhakeme edilmesi gereği insanlar bu konuda karmaşık ve çelişkili karakterleri görmekten eskiye kıyasla daha fazla keyif alır hale geldiler. Yüzyıllar boyunca kurumsal bir kimlikle varlığını sürdürmüş ahlaki normların da günümüz atmosferinde sıkça sorguların ve hatta karşı çıkılır olması da yine Gri karakterlerin popülerleşmesine sebebiyet veren faktörlerden birisidir zannımca. Şahsen benim de asıl sevdiğim karakter tiplemeleri ağırlıklı olarak gri alanda kalmaktadır. Bununla birlikte, bu kavramlar her ne kadar önemli olsa da ne kadar titizlikle işlendiği ve anlatıldığı konusunda kafamda ciddi ve pek de kuruntu olmayan bir şüphe var. Genel olarak filoloji bölümlerinin çoğundaki katı gelenekselcilik ve beraberinde gelen hantallığın en azından hikâyecilikte varlık göstermemesini bekleriz. Mamafih gerek yapılan yayınlar, konferanslar ve piyasaya sürülen senaryolar/hikâyeler ne yazık ki durumun endişelendiğim kadar ciddi olduğunu gösteriyor. En basitinden şu ana kadar metinde bahsettiğim kavramlar ya kullanılmamakta ya da çok tembelce kullanılmaktadır öyledir ki işin çoğu ‘uzmanı’ bu kavramları ya bilmemekte ya da aralarındaki ayrımı düzgün bir şekilde yapamamaktadır. Sebebinin ise genelde kültür eleştirmenlerinin entelektüel art-alan becerilerinin zayıf olması olduğunu düşünüyorum.

Neyse, yazının bir sonraki kısmına geçmeden önce bu bahsi geçen kavramların alt kategorileri olduğunu da belirtmeden geçmeyeyim. Fakat daha minör farklılıkları belirtmek için kullanılabilecek ancak genel kisveyi çok da değiştirmeyecek ayrıntılardır bunlar örneğin Game of Thrones dizisinden Sandor Clegane nam-ı diğer the Hound (Tazı) ‘kahramansı bir anti-kahraman’dır (Heroic Anti-hero) vesaire vesaire… Hazır Game of Thrones demişken, yazının bu kısmını ufak bir atıfta bulunarak kapatayım ki, bu tür temaları seviyorsanız sizler için biçilmiş kaftandır. İçerisinde her türlü karakter yapısına yönelik pek çok farklı örnek vardır, kabaca bir örnek verecek olursak; Ned Stark kahraman, Oberyn Martell asi kahraman, Sandor Clegane anti-kahraman, Ramsay Bolton kötü adam, Jon Snow protagonist ve Alliser Thorne ise antagonisttir.

 

Neden Karşıt Karakter Daha Önemlidir?

İşte yazının esas noktasına geldik, karşıt karakter (antagonist) yazımı neden daha önemlidir? Konuya benim daha önce defaatle birkaç yazımda bahsini ettiğim ikili zıtlıklar sisteminden (binary oppositions) bakmak istiyorum. Bu mantığa göre bazı kavramlar zıtları olmadan varlığını sürdüremezler Yazının konusu gereği buna iyilik-kötülük ikilisi üzerinden bakalım; eğer ki kötü tanımlanmazsa neyin iyi olduğuna karar vermek için bir kıstasımız olmaz, eğer ki iyi tanımlanmasa da neyin kötü olduğuna karar vermek mümkün olmaz. Yani aslında bu kavramları tanımlamak için zıddını referans alır ve kıstasımızı ona göre belirleriz. Anlatı mimarisinde, protagonist genellikle ilgi odağındadır — eylemin, büyümenin ve özdeşleşmenin taşıyıcısı. Yine de, bu merkezilik, karşı ağırlığı—antagonist—olmadan yanıltıcıdır. Bu, hikâye anlatımı içinde yalnızca yapısal bir rol değil, anlamın ilişkisel doğasına dayanan felsefi bir zorunluluktur. Yapısalcı teoriye, özellikle Ferdinand de Saussure'ün semiyotik çalışmalarına göre, hiçbir kavramın içsel bir anlamı yoktur; yalnızca ikiliğine karşıt olarak önem kazanır. İyi, yalnızca kötülük var olduğu için iyidir. Adalet yalnızca adaletsizliğe karşı yerleştirildiğinde anlam kazanır. O halde, antagonist bir anlatı aksesuarı değil, protagoniste biçim veren referans eksenidir. İyi yapılandırılmış bir antagonist olmadan, protagonistin erdemleri, mücadeleleri ve dönüşümleri ahlaki bir boşlukta keyfi jestlerdir.


Konuya potansiyel bir iletişim uzmanı olmanın verdiği yetkiye dayanaraktan daha farklı ve pek de sık görmediğim bir çerçeveden de odaklanalım; bir protagonistin, bir antagonistin varlığıyla anlam kazandığı fikri, psikanalitik teoride ve anlatı analizinde derin bir destek bulmuştur. Kişilerarası ve hatta içsel iletişimin merceğinden bakıldığında, benlik kapalı bir sistem değildir. Lacan'ın "ayna evresi" kavramı, egonun—anladığımız şekilde benliğin— doğuştan gelen izole bir oluşum olmadığını ancak dışsal bir imgeye göre inşa edildiğini öne sürer ‘öteki’, benliğin tutarlılık kazandığı referans noktası haline gelir. Anlatı terimlerine çevrildiğinde, bu, protagonistin ego gibi, izole bir şekilde anlamlı bir şekilde var olmadığını gösterir. Benzer şekilde, bir hikâyedeki protagonist kimliği asla özerk değil diyalojiktir; yüzleşme, çatışma ve karşılaştırma yoluyla ortaya çıkar. Açık bir diyalog olmasa bile bir düşmanla karşıtlık, karşılaştırma ve yüzleşme yoluyla inşa edilir, antagonistin varlığı protagonist verdiği her kararda hissedilir. Çatışmanın şartlarını ve dolayısıyla protagonist eğrisinin şeklini belirleyen antagonisttir. Antagonist, etkileşimin etik ve ideolojik terimlerini belirler ve protagonistin faaliyet gösterdiği koşulları şekillendirir. Batman ve Joker'i düşünün: Joker'in kaotik, nihilist dünya görüşü, Batman'in etik kurallarına ağırlık veren ahlaki bir baskı yaratır. Batman öldürmemeyi her seçtiğinde, bu seçim yalnızca Joker'in sürekli kışkırtması nedeniyle önem taşır. Joker, doğrudan karşıtlık içinde var olarak, Batman'in seçimlerini anlamlı kılar. Bu, kimliğin ve anlamın diğer seslerle devam eden, tepkisel bir ilişki yoluyla oluşturulduğu Mikhail Bakhtin'in diyaloji fikrini yansıtır her ne kadar bu sesler sessiz veya içselleştirilmiş olsa bile. Bu bizi, ‘öteki’nin fiziksel olarak mevcut olmadığı, içsel olarak hayal edildiği kişilerarası iletişime getiriyor. Yalnızlıkta bile, bireyler toplumsal beklentiler, geçmiş konuşmalar veya içselleştirilmiş eleştiriler tarafından şekillendirilen kendi kendine konuşmaya girerler; bunların hepsi antagonist rolünü oynar. Anlatılarda, bu özellikle antagonistin korku, suçluluk veya parçalanmış bir benlik duygusu gibi soyut veya psikolojik olduğu hikâyelerde belirgindir. Black Swan, Fight Club veya The Lighthouse gibi filmler, iç çatışmaların bile benlik ve öteki arasındaki gerilim etrafında yapılandırıldığını ve daha geleneksel anlatılardaki antagonistik ilişkiyi yansıttığını göstermektedir. Özünde, antagonist sadece olay örgüsünde çatışma yaratmak için bir araç değil, aynı zamanda protagonistin gelişimi için temel bir zorunluluktur. Protagonistin yüzleşmesi, direnmesi veya uzlaşması gereken şeyleri yansıtan anlatı aynası işlevi görürler. Bazen protagonistin kendi ideallerinin çarpık bir versiyonu, bazen saf bir ideolojik karşıt nokta ve bazen de dışsallaştırılmış bir iç gölge olarak hizmet ederler. Ancak her zaman, antagonist yolculuğun terimlerini tanımlar. Onlar olmadan protagonist sadece daha az ilgi çekici olmakla kalmaz, temelde eksiktir. Antagonistin varlığı, protagonistin eğrisine biçim verir ve dönüşüm için gereken direnci sağlar. Gerçek hayattaki kimlik ilişkisel olarak oluştuğu gibi, protagonistin kimliği de diğerinin aynası aracılığıyla oluşturulur. Zira protagonistin ne uğruna neye karşı savaştığının anlamının belirlenmesi gerekir.


Zayıf bir antagonist yazmak, kahramanı yönünü kaybetmiş halde bırakmaktır, düşmanları olmadığı için değil, anlamdan yoksun oldukları için. Antagonist engel değildir; ölçüttür. Sadece kahramanın gücüne değil, aynı zamanda tanımına da meydan okurlar. Bu anlamda, antagonist bir karakterden daha fazlasıdır: onlar anlatının ahlaki ve felsefi derinliğinin koşuludur. Güçlü bir başkahraman yazmak beceri gerektirir. Ancak güçlü bir antagonist yazmak bu beceriye amaç kazandırır. Buna kötü bir örnek verecek olursak her ne kadar pek çok kişiyi hayal kırıklığına uğratacak olsa da Yüzüklerin Efendisi serisinden Sauron’u gösterebiliriz. Sauron, birçok açıdan tam anlamıyla gerçekleştirilmiş bir karakterden ziyade soyut, monolitik bir güç olarak kötülüğün arketipini temsil eder. Tolkien'in Yüzüklerin Efendisi'nde, Sauron aktif bir katılımcıdan çok nüfuz eden bir varlıktır. Özü, aşıladığı korku ve yozlaşma yoluyla hissedilir ancak asla şahsen görünmez ve motivasyonları belirsiz ve incelenmemiş kalır. Bu kasıtlı mesafe ezici, temel bir kötülük duygusu uyandırmak içindir. Ancak bu sığ tasvirin anlatıda bir boşluk bıraktığını da görmezden gelmek pek mümkün değildir. Nüanslı, çok yönlü bir düşman olmadan kahramanlar için kişisel riskler, kişisel olmayan bir karanlığa karşı sembolik bir mücadeleye indirgenme riski taşır. Şayet Sauron'a—iç çatışmaları, karmaşık bir arka plan hikayesini veya hatta kırılganlık anlarını ortaya koyarak— daha fazla derinlik verilseydi, ana karakterlerin yolculuğu ek gerilim ve yankı katmanları kazanabilirdi. Bunun yerine, Sauron'a karşı verilen savaş büyük ölçüde soyut bir güce karşı verilen bir savaştır ve bu da bazı karakter eğrilerinin rakiplerine daha az sıkı bir şekilde bağlı kalmasına neden olur. Buna mukabil Tolkien’in bu yaklaşımı kasıtlıydı zira kötülüğün kişisel bir dava ve mücadele olmasından ziyade biçimsiz, yozlaştırıcı bir güç olarak varolabileceğini vurgulamaktaydı. Nitekim özünde, tematik olarak güçlü olsa da Sauron'un yüzeysel karakterizasyonu, bir kahramanın anlatısını zengin, kişisel çatışma yoluyla yükseltebilecek türden dinamik, samimi muhalefeti feda etmektedir. Fakat buraya bir şerh düşmek gerekir zira Tolkien’in bu tasviri kasıtlıdır; Orta Dünya'da Sauron, karmaşık iç çatışmaları veya nüanslı motivasyonları olan bir karakter olarak tasarlanmamıştır; o, saf, temel kötülüğün bir örneğidir. Tolkien, Sauron'u tam anlamıyla ete kemiğe bürünmüş bir kişilik yerine, kasıtlı olarak soyut bir güç olarak, yolsuzluk ve kötülüğün bir sembolü olarak tasarlamıştır. Bu tasarım seçimi, kötülüğünün efsanevi niteliğini pekiştirerek onu yaygın ve sinsi gösterir, ancak aynı zamanda Sauron'un, kahramanları daha kişisel, psikolojik bir düzeyde zorlayabilecek içsel derinlikten yoksun olduğu anlamına gelir. Sauron'daki bu derinlik eksikliği, sonuç olarak anlatının genel karakter karmaşıklığına yansır. Yüzüklerin Efendisi'ndeki kahramanların çoğu, neredeyse yüzü olmayan bu kötülüğe karşı keskin bir tezat oluşturarak tanımlanır. Mücadeleleri ve dönüşümleri büyük ölçüde dış koşullara dayanır ve çok azı, hikâyelerini zenginleştirebilecek türden bir iç çatışmaya girer. Boromir ve bir dereceye kadar Saruman dikkate değer istisnalardır. Boromir'in hırs ve görevle olan trajik iç savaşı, karakterine dokunaklı bir katman ekler ve dövüş becerisine rağmen kırılganlığını vurgular. Benzer şekilde, Saruman'ın bilge ve güçlü bir liderden yozlaşmış bir figüre düşüşü, daha karanlık dürtülere yenik düşen karmaşık bir kişiliğin trajedisini gösterir. Bu karakterler, anlatıya Sauron'un arketipal kötülüğünün sağlamadığı derinlik ve iç çatışmayı sağlar ve çok yönlü bir düşmanın varlığının, kahramanların kendi iç karmaşıklıklarını yansıtarak anlatıyı daha da zenginleştirebileceğini vurgular. Özünde, Sauron mutlak ve boyun eğmez bir kötülük gücünü etkili bir şekilde temsil ederken, bir birey olarak yüzeysel karakterizasyonu, anlatının içsel ahlaki ikilemleri ve kişisel gelişimi keşfetmedeki derinliğinin çoğunun Boromir ve Saruman gibi karakterlere bırakıldığı anlamına gelir. Bu karşıtlık, Tolkien'in çalışmalarındaki bir gerilimi ortaya çıkarır, kötülüğün güçlü sembolik temsili ile kahramanların iç yaşamlarına dair anlayışımızı derinleştirebilecek daha karmaşık bir düşmanlık keşfi için kaçırılan fırsat sunar Buna karşın Aragorn genellikle asil kahramanın özü olarak görülür; kararlı, sadık ve her zaman doğru eylem yolunu bilir. Birçok bakımdan, tam olarak ete kemiğe bürünmüş bir karakterden çok bir tip veya arketip olarak işlev görür. Bu neredeyse kusursuz temsil, hikâye anlatımında kritik bir noktayı vurgular; mükemmel karakterler, kusurdan gelen derinlikten yoksun olma eğilimindedir. Bir karakter sürekli olarak kusursuz olduğunda, eylemleri ve kararları önceden belirlenmiş gibi görünebilir ve sonuç olarak izleyiciyi daha insani, ilişkilendirilebilir bir düzeyde etkilemede başarısız olabilir. Aragorn örneğinde belki bir karakter bile değil bir tiplemedir. Zira unutulmamalıdır ki kusursuz karakter kusurludur çünkü anlatılacak bir şey yoktur; hep ve her zaman doğruyu yapar ve hep iyidir. Buna mukabil Şüphelerle boğuşan, hata yapan veya iç çatışmalarla yüzleşen karakterler en derin yankı uyandıranlardır. Kusurları, izleyicinin kendi mücadeleleri için bir ayna görevi görerek, düşünmeyi ve empatiyi davet eder. Buna karşılık, her zaman iyi, her zaman sadık ve asla belirsiz olmayan bir kahraman bir ideali temsil edebilir, ancak kusurları olmadan yolculukları durağan ve zorlayıcı olmayabilir. Sonuç olarak, büyümeyi teşvik eden, anlatıyı daha dinamik ve duygusal olarak ilgi çekici hale getiren şey, bir karakterin asil niyetleri ile insani kusurları arasındaki gerilimdir.


Sonuç olarak, anlatı dünyasında antagonist karakterlerin işlevi yalnızca protagonistin önünde duran bir engel olmanın ötesine geçer; onlar, anlatının anlamını ve karakterlerin varoluşunu tanımlayan, zıtlıkların ve içsel çatışmaların yarattığı derinliktir. Karşıt karakterler, iyi ve kötü gibi ikili kavramların ölçütü haline gelir; protagonistin erdemleri ve dönüşümleri ancak antagonistin varlığıyla ve onun tarafından sınanıp şekillendirilebilir. Bu durum, Lacan’ın ayna evresi gibi teorik yaklaşımlarla da desteklenir: Benlik, kendini ancak ‘öteki’ ile diyalojik bir ilişkide, yüzleşme ve karşılaştırma yoluyla inşa eder. Yani, protagonistin değerleri, seçimleri ve gelişimi, gerçek bir anlam kazanmak için güçlü, derin ve çelişkilerle yüklü bir antagoniste ihtiyaç duyar. Mükemmel bir kahramanın, kusurlarının getirdiği derinlikten yoksun olması, onu yalnızca bir tip veya arketip haline indirgerken, antagonist karakterlerin içsel çatışmaları, felsefi sorgulamaları ve ideolojik mücadeleleri, hikayeye dinamik bir zenginlik katar. Dolayısıyla, anlatının özü, karakterler arasındaki bu karşılıklı tanımlanma ve etkileşimde yatar; antagonist, protagonistin varlığını ve yolculuğunun anlamını ortaya koyan temel referans noktasıdır. Ufaktan yazının sonuna geldik nitekim ben bu yazının devam yazılarını da yazmaayı planlaıyorum. Bir sonraki yazı ‘’aslında haklı olan karşıt karakterler’’ ya da onun minvalinde bir şey olacak zira bu ahlaki çıkmazın aromasını bence bu noktadan yakalayabiliriz. Ve hayır Thanos Haklı DEĞİLDİR ki bu da bir diğer takip yazısının konusu olabilir, bakalım…

 


 

[1] Halk kahramanlarının toplumlar tarafından nasıl soft-power olarak kullanıldığının bahsedildiği James C. Scott’un Weapons of the Weak’i tavsiye ederim. Şunu da belirtmeliyim ki kitap bunun üzerine değildir mamafih bir bölümünde bundan bahseder.

Comments


Fikir ve görüşleriniz için...

Gönderiminiz için teşekkürler!

İnsan, anılarda yaşar.

bottom of page