Karga
2 Aralık 2023

İnsanların hayata yanlış varsayımlar ile çıkarak, olması gerekenin aksini yaptıklarını, akıntıya karşı yüzdükleri kanısındayım. Bunun en büyük sebeplerinden birisinin de insanların toplumla birlikte mutluluk üzerine oluşturdukları ve en başta kulağa mantıklı gelen ancak üzerine düşününce içerişimdeki elim hataları görmenin işten bile olmadığı basmakalıp sözlerden ibaret olduklarını düşünüyorum. Lakin insanlar kendi düşüncelerini onaylayıp egolarını tatmin eden şeyleri duymakta bir konfor buldukları için genellikle düşüncelerine meydan okumak istemezler, dolayısı ile ‘’ilk seferde kulağa mantıklı gelen’’ kısmından sonra çabalamayı bırakırlar. Tam da bu nedenden ötürü bu yazıyı yazmayı kendime borç bildim. Beni bu eyleme zerk eden Russ Harris’e minnetle…
İlk adımın mutluluğun tanımı olduğunu düşünüyorum. Esasında beklentiler ile kurulu olan bu kavramın sürdürülebilir olmadığını hatırlatmak lazım. Gerçeklik ile olması gerektiğini düşündüğümüz gerçeklik arasına bir mutluluk mesafesi koyuyoruz ve mutluluğu da bu mesafenin kısalığına göre ölçüyoruz. Önemli bir detayı fark ettiniz mi? Olayın merkezine kendimizi koyuyoruz. Elbet ki her insan kendi hayatının başrolüdür ancak hiçbir hikâyenin akışına başrol karar vermez. Bu da bizi aslında her birimizde zaman zaman görmenin mümkün olduğu narsistik davranışlara götürüyor. Şunu belirtmem lazımdır ki her depresif davranış gösteren insan depresyonda olmadığı gibi her narsistik davranış gösteren kişi de Narsizm sendromundan mustariptir demek yanlış olur. Herkesin —biraz da farklı hissetmek için— kendisine tanı koyduğu bu dönemde kavramlara dikkat edilmesi gerektiği kanaatindeyim zira bu işin de erbapları (psikologlar) olduğunu unutmamak lazım.
“Dışarıdaki herhangi bir şeyden dolayı sıkıntı çekiyorsanız, acı o şeyin kendisinden değil, sizin onu değerlendirmenizden kaynaklanmaktadır ve bunu istediğin zaman iptal etme yetkisine sahipsiniz.”[1] ― Marcus Aurelius,
Çevrenizde hayatın akışında olan her olan her şeyden kendisini sorumlu tutan insanları görmüşsünüzdür. Hayatlarında olan her kötü olayın da kusurlusunu kendisi ilan ederler. Bu insanlar o kadar kontrol manyağıdır ki tüm hataları sadece kendilerinin yapabileceğini düşünecek kadar kendilerine değer verirler. Hâlbuki hayat böyle midir? Hayat kaotiktir; birbirlerini etkileyen o kadar fazla faktör ve bu faktörlerin o kadar fazla kombinasyonu vardır ki hayata dair mutlak bir öngörüde bulunmak mümkün değildir (Edward Lorenz Kelebek Etkisi). Tam da bu yüzden hayatta bazen nazı şeyler sizin çabalarınıza rağmen olur bazen de sizin çabanıza rağmen olmaz, herhangi bir nedeni de yoktur; sadece olur ya da olmaz… Ancak hayatın bu bariz işleyişini görmezden gelen ya da daha kötüsü bilmezden gelip her gelişmeyi kendisine bağlamak bir insanın kendisine verebileceği en cüretkâr değerdir. Bir insanın kendisini buna layık gömesi de narsistik bir davranıştır. Bırakın bu ‘’ gerçekten istersen sen de başarırsın’’ gibi modern zırvaları. Neyin üzerinde ne kadar kontrolünüzün olduğunun farkına varıp yer yer doğaçlama yapmayı bilmek gerek keza hayat size her istediğinizi her zaman istediğiniz koşulda sunacak diye bir kaide yok çünkü bu hayata gelmeyi biz seçmedik ve gelmeden önce de daima güzel olacağı da vaat edilmedi.
İnsan hayatında yaşanan şeylerin akışını kontrol etme yetisine sahip olamayabilir ancak onlara karşı verdiği reaksiyonları belirlemek kendisine kalmıştır.
Mutluluğu elde ettiğimizi varsayalım, sizce bu sürdürülebilir bir durum mudur? İnsanların bu soruya hayır demesine karşın evet dermişçesine davrandıklarını görmüşünüzdür, mutlu olmadıkları zaman bunalıma girerler. Hâlbuki mutlu olmamamız üzgün odluğumuz anlamına gelmez, bazen sadece nötrsünüzdür ve bu çok normal. Bununla birlikte mutluluk kavramsal olarak sürdürülebilir değildir. Bunu daha iyi anlamak için ikili zıtlıklar sistemine bir göz atalım. Bu dilsel —ve düşünsel— sisteme göre bazı kavramlar zıt karşılıkları olmadan var olamazlar. Buna en iyi örnek iyilik ve kötülük olsa gerek; kötülük denilen kavram var olmazsa neyin, neye göre iyi olduğunun kıstası nedir? Yani bu sistem içerisindeki kavramların değerlendirilmesi için zıddı referans noktası olarak alınır. Aynı iyilik ve kötülük gibi mutluluk da zıddı olan üzüntüye muhtaçtır yani hayatı siyah ve beyaz olarak yorumlamaktansa gri olduğunu ve iniş ve çıkışlarının olması gerektiğini anlamak gerekir zira iniş olduğu için çıkış vardır.
Mutluluğun önündeki bir büyük engelinin de algılama biçimimizi belirleyen, kendimize kıstas aldığımız referans noktaları olduğunu düşünüyorum. Daha önce pek çok insan gibi siz de ‘’şu olunca mutlu olacağım’’ düşüncesine kapılmışsınızdır. Bu şartlandırma pek çok farklı şeyle alakalı olabilir; sınav sonucu, duygusal ilişkiler, sahip olunması istenen ir materyal (araba vs.) gibi daha eklenebilecek pek çok şey… Lakin hedefe ulaşmanın asla bizi mutlak bir mutluluğa götürmediğini görürüz çünkü bu hedef hemen başkalaşarak yenilenir. Ona eriştiğimizde bir yenisi ona da erişince bir başkası… Bu arayışın bir türlü sonu gelmez ve gelmeyecektir ve insan, bu arayış içerisinde olduğu sürece mutlu olacağı anları da kaçırarak daha da kötü bir sarmala girer. Buna hedonik adaptasyon diyoruz. Haz veren şeylerin ufak ufak ve düzenli bir şekilde yapılmasının bir noktadan sonra eskisi kadar —veya hiç— etki etmemesi durumu. Sigara bağımlılarının bir süre sonra daha ağır sigaralara yönelmesi gibi bir durum yani. Benzer şekilde insanların da mutluluğunu bu tür hedefleri kovalamaya bağlaması bu yüzden tam olarak bu yüzden isteneni getirmeyecektir. Ciddi başarılar elde etmiş insanların daha fazla başarılar elde etmek için çabalaması ve belki de bunu elde etmek için karakterini ezip çiğnemesi de yine bundan kaynaklanır. Spesifik bir hedef uğruna çabalayıp elde edebileceği sanılan mutluluk sadece hedef yenilenene kadar devam eder. Hani şey vardır ya ‘’liseyi kazanınca rahatlarım’’ ondan sonra da ‘’üniversiteyi kazanınca rahatlarım’’ gelir ve bu süreci mezuniyet, askerlik, iş bulma, eş bulma, evlilik süreci takip eder ve biz her seferinde aynı argümanı sunarız; şu da bi’ hallolsa… Hâlihazırda sahip olduğumuz yaşam stili bizi mutluluk hormonuna duyarsız bir hale getirirken bir de bizim, hayatın olağan kilometre taşlarını anlamsızlaştırmamıza gerçekten gerek yok çünkü bazen aklınıza bile gelmeyen bazı şeyler başınıza geldiği zaman o ‘’mutsuz’’ olduğunuz zamana dönmek için dualar etmek isteyebilirsiniz.
Kumarbazın Yanılgısı
İşte benim en sevdiğim konulardan birisine gelmiş bulunmaktayız. Seviyorum çünkü gerçekten çok isabetli ve yaptığımız pek çok hatayı çok güzel açıklayan bir kavram; kumarbazın yanılgısı (gambler’s fallacy). Kısaca tanımlamak gerekirse Kumarbazın Yanılgısı ya da Monte Carlo Yanılgısı daha önce gerçekleşmiş olan ancak gerçekleşme koşulları birbirinden bağımsız olan olayların daha sonradan gerçekleşecek olayın sonucunu etkileyeceğine dair olan düşüncedir, hatalı bir varsayımdır. Şöyle bir örnek verelim; elinizde iki zar var. Siz bu zarları attığınız zaman sonucun düşeş (altı-altı) gelme ihtimali 1/36’dır. Bu zarları beş kez attığınızı ve sonucun her seferinde düşeş geldiğini düşünelim. Bu durumda muhtemelen bir sonraki atışınızın da düşeş geleceğini düşüneceksiniz hâlbuki bunun için hiçbir neden yok zira zarların düşeş gelme ihtimali hala 1/36. Zarların sonucunun ne geleceği her seferinde birbirinden farklı olmasına rağmen sonucun benzer şekilde sonuçlanacağı kanısına varmaya yatkınız. Bunu en çok özel ilişkilerimizde yapıyoruz; eski kötü tecrübelerimizin günahlarını bugünün şahıslarına yüklüyoruz. Daha önce hayatınıza giren insanlar kötü tecrübeler yaşatmış olabilir, herkes hayatına yanlış insanları alma gibi bir hatayı yapmıştır. Buna karşın sürekli piyango size vuruyorsa belki de kötü insanlardan ziyade kötü seçimler söz konusudur. Kısacası hayatınızdaki insan size, ona güvenmemeniz yönünde bir gerekçe vermediği sürece güvenilmeyi hak eder, anlamsız gerekçeler ile kendi kırgınlıklarınızı başkalarına yüklemenin anlamı yok. İlişkiler ve bunların varacağı noktalar konusunda çevredeki ilişkilerden fikir almakta fayda var ancak bir yargıya varmadan önce oluşturacağınız birlikteliğin bir ÖZ olduğunu unutmamak lazım.
Felsefi Ustura
Burada bahsedeceğim felsefi ilkeler genel olarak geniş tartışma alanlarına sahip olsalar da bir bu usturalardan ihtiyacımız kadarını alacağız yani üzerine uzun süre kafa patlatmalık bir durum yok. Sıralayacak olursak;
Ockham'ın usturası: Bir olgunun açıklanması, mümkün olan en az varsayıma dayanmalıdır. Gereksiz olan ayrıntılar elimine edilirse doğru yaklaşımı bulmak mümkün olur. Daha basit açıklamaların doğru olma olasılığı daha yüksektir. Gereksiz veya olanaksız varsayımlardan kaçının.
Hanlon'un usturası: Sersemlik, umursamazlık, cehalet veya beceriksizlik gibi diğer sebeplerle açıklanabilecek olanı hiçbir zaman kötülük ve çıkarcılık gibi kötü niyetlerle ilişkilendirmeyin.
Hitchens'ın usturası: Delil olmadan iddia edilen şey, delil olmadan reddedilebilir.
Örnekler üzerinden açıklamak gerekeceği için her üç ustura için de aynı örneği kullanalım; sevgiliniz akşam bir kafeye gittiğini söylüyor ve mesajlarınıza bu süre boyunca cevap vermiyor. Siz Ockham’ın usturasına göre buradan, aslında kafeye gitmediği bilahare gittiği yerde sizi aldattığı ya da aldatma yolunda olduğu düşüncesine de kapılabilirsiniz fakat belki de sadece şarjı bitmiştir… Yani mümkün olan en basit açıklama yetersiz kaldığı zaman daha karmaşık olana geçmek daha makuldür. Zira düşündüğümüzün aksine normal hayatta yaşanan olaylar —eğer bilimsel bir gözle bakılmıyor ise— çok da karmaşık değildir, bunun aynısı insanlar için de geçerlidir. Herkesin özel ve karmaşık olduğunu düşündüğü ve bunu düşünmeye itildiği bu dönemde duyması üzücü bir şey olsa da durum ne yazık ki —ya da neyse ki— bundan çok da farklı değildir.
Duruma Hanlon’un usturası çerçevesinde bakacak olursak da sevgilinizin telefonuna bakmayı unuttuğu ya da umursamadığı gibi bir ihtimal, sizi aldatıyor olma ihtimalinden çok daha yüksektir ve böylesini varsaymak çok daha doğrudur. Zira kendisinin aldattığını varsayalım, sizin bir zararınız yok çünkü siz yok yere herhangi bir insanı itham etmiş olmazsınız ancak aldatmıyorsa o tartışma ilişkinin bitiş noktasını getirir, en azından karşıdakinin onuru varsa… Bu düşünce insanların asla art niyetli olmadığını söylemez, bu ayrıntıyı belirtiyorum çünkü ilginin kaybolduğu bir anda okuduğunun ayrıntılarını kaçırmak kolay olabiliyor. Sadece der ki, böylesini varsaymak daha doğrudur ve iyidir. Bununla birlikte karşı tarafın eylemi onun vasıflarının zayıflığından kaynaklanıyor diye bu eylemi kabul etmenizi de söylemez. Karşındaki insanın yaptığı şey kötü niyetli olmayan ancak aptalca bir hareket diye bunu tolere edecek değilsiniz fakat ardındaki nedeni iyi anlamak esastır. Bunu anladığınız zaman karşınızdakinin eylemlerini daha doğru bir şekilde açıklayabilir ve buna göre tavır takınabilirsiniz ayrıca art niyetli düşünmenin ardındaki olumsuz duyguların yükünden de kaçınmış olursunuz. Ayrıca bu düşünce tarzı hayatın merkezinde sizin olmadığınıza dair de önemli bir hatırlatıcıdır…
Hitchens’ın usturasına göre yine aynı set-up içerisinde sevgilinize sizi aldattığını söylediğiniz zaman kendisi sadece reddettiğinde de karşı çıkamazsınız çünkü sizin buna dair hislerinizden ya da paranoyanızdan başka deliliniz yok, iddia makamı delil sunmazken savunma neden delille karşılık versin? Şahsen ben vermeye bile tenezzül etmem. Lakin insanlar ardında delil olmayan iddiaları sadece bir hüsnükuruntu uğruna ikna edilene kadar karşıya dayatma eğilimindeler. Bu davranış insan ilişkilerinizi bitirmese bile en iyi ihtimalle yıpratacaktır, tam da bu yüzden insanları ciddi şeylerle itham etmeden önce elinizde kayda değer bir veri olduğundan emin olun. Bu sadece doğrusu değil aynı zamanda ahlaklı olanıdır da.
Savaşçı
İnsanları yargılamak demişken, daha öncesinde pek çok farlı kitabını okuduğum rahmetli Doğan Cüceloğlu’nun Savaşçı kitabına atıfta bulunmak isterim. Peki, o kitapta ne diyordu Cüceloğlu; savaşçı, her olayın arkasında öğrenilecek bir gerçeklik olduğunu bilir ve her olaya bir öğrencinin keşfedici gözüyle bakar, yaşamda her şeyin olması gerektiği gibi olduğuna inanır. Dolayısı ile insanların hareketlerini tekil düşünmek bir hata olur çünkü aslında insanlar davranışlarında seçici değildir. Tam da bundan ötürü bir insanın bir davranışına sinirlenmeden ve/veya yargılamadan önce bu davranışın ardındaki şartlara bakmak gerekir. Örneğin muhafazakâr bir aileden çıkan bir çocuğun muhafazakâr bir kafa yapısına sahip olması olağandır ve ona muhafazakâr olduğu için kızmak en hafif tabiri ile sığlıktır. Dolayısı ile insanları sizinle aynı değerleri taşımaması ya da aynı fikirde olmaması gibi gerekçeler üzerinden yargılamanız sadece sizin, gerçekliğe karşı mücadele etmenize dolayısı ile akıntıya karşı yüzmenize sebebiyet verir, bunun da sizi mutlu etmekle hiçbir alakası yokken insan ilişkilerini de zora sokmak demektir. Unutmayalım, başkalarını kötü bir şekilde yargılayan insanlar kendileri ile alakalı olarak nasıl tatminkâr hissedeceklerini bilmedikleri için zihinlerinin içerisinde başkalarını parçalayarak kendilerini üstün hissetme eğilimindedirler.
‘’Başkalarının hatalarından ders alın. Çünkü hayat, sizin her hatayı yapabileceğiniz kadar uzun değil.’’ — Lev Tolstoy
Concorde Yanılgısı (The Concorde Fallacy)
Bu yanılgının adı bir uçak tasarımı olan Concorde’dan gelir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransa ve İngiltere bir süpersonik jet yapımı için kolları sıvarlar. Planlanan uçak tipi sesin üç katı hızına kadar ulaşabilecek ve böylece Londra-New York arasındaki seyahati 3 saate kadar düşürecek şekildeydi kısacası gerçekleştirildiği zaman müthiş bir atılım yaratacaktı ya da en azından öyle olması planlanıyordu… Aşağı yukarı 1,5 milyar dolara denk gelmesi planlanan proje 9,43 milyar dolara kadar çıkıyor ve tam da bundan ötürü sadece 20 tane Concorde üretiliyor. Daha da kötüsü ilk başta ilgi gösteren hava yolları daha sonrasında uçakların yüksek yakıt kullanımı, sonik patlamalarla oluşturduğu yüksek ses ve çokça mühendislik bazlı sıkıntılardan ötürü satın almaktan vazgeçiyor. En kritiği ise tüm bu 30 yıllık süreç boyunca proje sahipleri projeden bir tülü vazgeçmiyorlar sebebi ise çok yatırım yapmış olmaları. Yani ‘’çok yatırım yaptık bari zararı kurtaralım’’ düşüncesine girip inatla bırakmadıkları proje bir hüsranla sonuçlanıyor ve harcadıkları maliyeti kurtarayım derken daha da batıyorlar.
Bu yanılgı insanlar bir şeyin geçmişteki maliyetinin bugünkü karar verme süreçlerini etkilemesine izin verdiğinde ortaya çıkar. Geri kazanılamayan geçmiş maliyet zaman, para veya duygu olabilir. İngiliz ve Fransız hükümetleri Concorde'a zaten çok fazla yatırım yaptıklarını düşündüler ve bu yüzden onu çalıştırmak için daha fazla para ve zaman harcamaya devam ettiler. Kayıpları küçükken durdurabilirlerdi ama batık maliyet onları devam ettirdi ve bu da çok daha büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Bu durum size tanıdık geldi mi? Biz de aynı davranışı insan ilişkilerimizde yapıyoruz, bazen toksik bir arkadaşlık bazen de yolunda gitmeyen bir gönül ilişkisi… Sosyal ir canlı olup sosyal girdilere fazla açık olduğumuz için üzerine bir anlamda ‘’yatırım’’ yaptığımız ilişkileri bırakmak istemiyoruz, bu normaldir. Arkadaşlık ilişkisinde aşırıya kaçmayan bir seviyedeki davranışları tolere etmek daha kolay oluyor ancak romantik ilişkilerde durum farklı ‘’belki değişir’’ umuduyla devam etme gayreti gösteriyoruz. İnsanlar değişir, değişmek zorundadır ancak bir insanın —hele ki alelade bir ilişkide— karşısındakini değiştirme ihtimali pek yoktur. İnsan değişir, bu değişim size denk gele de bilir ancak en iyi ihtimalle o kişi değişime hazırken siz kıvılcımı yakmışsınızdır, daha fazlası değil. Bu nedenle karar verirken batık maliyetle ilgili duygularınızı bir kenara bırakın. Kurtarılamaz. Durumu rasyonel bir şekilde değerlendirin ve kaynaklarınıza yatırım yapmak için daha iyi bir seçeneğiniz varsa, kayıpları azaltmaktan korkmayın. Bazen bazı şeyleri bırakmanız gerekir ancak bu asla ve asla bir şeyleri oldurmaya çalışmamak gibi bir gaflete varmamalı zira bazı şeyler de emek ister.
‘’Kendinizi bir çukurun içinde bulduğunuzda yapabileceğiniz en iyi şey kazmayı bırakmaktır.’’ — Warren Buffet
‘’Yahu doğru diyorsun Karga ancak duygularımı kontrol edemiyorum’’ diyenler için şunu söyleyebilirim ki, anlıyorum. Duyguları kontrol etmek gerçekten kolay bir iş değildir zaten böyle olsa sosyal bilimler bugün asgari düzeyde gerekli olurdu. Duyguları kontrol etmek kolay değildir ancak mümkündür. Çabalamak gerekir fakat hayatınızla alakalı yapacak daha iyi neyiniz var ki? Mutluluğu arayan bir insanın mutluluk için mücadele etmemesidir duygularını kontrol etmeye çalışmamak…
Hayatın bireysel anlamda bir megali ideası yoktur. En iyi ihtimalle 80-90 yıllık bir süreçten bahsediyoruz ve bu —eğer Hindular haklı değilse— sadece bir kere yaşanacak. Tam da bu nedenden ötürü sadece bir kez gelmeyeceğiz aynı zamanda bir kere öleceğiz, elimizde olan bu tek şansı mümkün mertebe anlamlı yaşamak lazım. Öyle bir kere geliyoruz diye ‘’vur patlasın, çal oynasın’’ tarzı bir keyfekeder bir şekilde değil. Bunu yapmanın en iyi yolu da o anı anlamlı yaşamaktan geçer. Tam da bu yüzden ben derim ki insan anılarda yaşar zira bize dair döneler yaşadığımız küçük anlamlı anılardadır. O yüzden saygıdeğer arkadaşlar, akıntıya karşı yüzmeyi bırakın zira siz yumurtlama dönemindeki bir somon balığı değilsiniz… Günün sonunda hepimiz Sisifos gibiyiz; kazanamayacağımızı bildiğimiz bir mücadelede, akıntıda kaldığımız sürece kaybetmeyeceğimiz umuduyla çabalamaya devam ediyoruz.
[1] “If you are distressed by anything external, the pain is not due to the thing itself, but to your estimate of it; and this you have the power to revoke at any moment.”
Comments