Karga
04 Ocak 2022
Beylik lafların pek taraftarı olmadığımı hasbelkader fark etmişsinizdir diye düşünüyorum. Bu sözlerin birçoğundan haz etmiyor olmamın temel sebebi aslında çoğunun, insana duymak istedikleri şeyi vermek için söylenmiş olması ya da duymak istediği yönden söylenmiş olması. Benzer şekilde, belli bir ağırlığa sahip olmasına karşın günümüzü yakalayamayan bazı sözler de vardır nitekim bu demek değildir ki hepsi zırvalık ki zaten bunların hepsinin ardında insanın anlam arayışı vardır. Peki, neden Nietzsche ‘’unutan iyileşir’’ demiştir?
Öncelikle şu soru geliyor akla; Nietzsche gerçekten böyle bir şey söyledi mi? Zira İnternette kaynağı göt olan birçok sözün topluma mâl olmuş isimler ile bağdaştırıldığına ya da sözlerinin değiştirildiğine denk gelmek pek muhtemel. Basit bir örnek olarak toplumumuzda Atatürk’e duyulan sempatiden ötürü olsa gerek aslında söylemediği ancak ona atfedilen pek çok söze denk gelmek mümkündür ancak Atatürk’ün söylediği söylenilen birçok söz kaynaklarla sabit olduğu için çok fazla kargaşa çıkmamaktadır. Benzer şekilde her gördüğümde gözümün seğirmesine sebep olan ‘’coğrafya kaderdir’’ şeklindeki aptalca sözü İbn-i Haldun’un söylediğine dair çok yaygın bir inanç vardır ki kendisinin hiçbir eserinde böyle bir ifadesi yoktur. Kısacası, Nietzsche’nin böyle bir sözünü bulamadım ve sanıyorum ki bu söylemi İyi ve Kötünün Ötesinde adlı eserinde söylediği ‘’ne mutlu unutkanlara: çünkü onlar aptallıklarının da üstesinden gelebilirler’’[1] söyleminden çıkartılmış bir anlamdır. Bununla birlikte kendisinin bilgi, bilinç ve hafıza üzerine olan düşüncelerinin yoğunluğu da ele alındığında, bahsi geçen ifade tüm bu söylemlerinden çıkartılmış bir ‘özlü söz’ olabilir. Peki, haksız bir çıkarım mıdır bu? Daha da önemlisi haksız bir söylem mi?
Yapılan çıkarım haklı mı haksız mı onu bir kenara koyalım şimdilik zira bu yazının amacı Nietzsche’nin bir çözümlemesini yapmak değil ancak söylemin hakkı var mı ona bir bakalım… Öncelikle, bir şeyi unutmak için öncelikle bilmek gerekir. Yani unutanın iyileşebilmesi durumu, bilginin merkezde olduğu önkoşulu olmadan gerçekleşemez. Kesin bilginin mümkün olup olmadığı ve/veya mümkünse hangi aygıt ile mümkün olduğu gibi bir felsefi tartışmaya girmemekle beraber, söylemi değerlendirebilmek için insanın en azından bir şeyi bildiği kanısından emin olabiliriz; ölümün varlığı. İnsan öleceğinin farkında olan yegâne canlıdır, en azından biz öyle olduğunu varsayıyoruz çünkü diğer canlılarda bizlerde olduğu gibi bir gelecek kaygısı ve ölüm hazırlığı/davranışı bulunmamakta. Daha da önemlisi —diğer yazılarımda da bahsini geçirdiğim gibi— ölüm kaçınılmazdır; yaş, kültür, sınıf, soy, köken, cinsiyet gözetmez ve er ya da geç gelecektir. Tam da bundan ötürü insan ölümü aşmaya çalışmıştır. Envaı çeşit yolla bunu aşmaya çalışması ile beraber bir tanesi çok manidardır ki işe yaradığı da söylenebilir; dil... İnsan dil yolu ile ömrünü aşmaya çalışmıştır ve bu onun gösterebileceği en doğal tepkidir. Yakın zamanda dil üzerine olan çalışmalar sonucu şunu idrak etmiş oluyoruz ki Homo Sapiens türüne ait ilk bireylerin dahi kendi aralarında kullandıkları kompleks dil yapıları vardır. Yani diğer hayvanlardan farklı bir iletişim ve etkileşim biçimine sahip olmaları ile birlikte popüler kültürde resmedildiği gibi ‘’unga bunga’’ şeklinde bir iletişimleri yoktur. Bu ve benzeri bulgular sonucu artık insan ile alakalı ‘’ilkel’’ kavramı terk edilmiş ve yerine ‘’ilksel’’ kavramı kullanılmaya başlanmıştır ancak elbette bugün konuştuğumuz kadar geniş çerçeveli bir dil kullanımına sahip değillerdi. Şu an kültürel antropolojide yaygın kabul görülen fikir ise insanın dil üzerine olan becerisinin bu kadar gelişmiş olmasının temel sebebinin, kendini anlatma, ifade etme ihtiyacından dolayı oluştuğu fikridir. Yani insan sonsuz bir anlam arayışı içerisindedir; ölüme olan farkındalığı ve onu aşmaya olan isteği hâlihazırda var olan dil becerisi ile birleşmiştir ve böylece anlamlı ilişkiler geliştirmiştir, anıları ile hayatta kalmıştır.
Günümüze gelecek olursak, insan ilişkilerinin de endüstriyelleşmenin kurbanı olduğunu söylemek yanlış olmaz; hızlı üretim, kolay ulaşım, hızlı tüketim ve tekrarla… Bundan ötürü olsa gerek kimse duygusal anlamda adamakıllı bir doygunluğa ulaşamıyor. Çünkü kimse durup karşısındakinin hikâyesini dinlemiyor. Emin olun; hikâyesini dinlemediğiniz bir insanı sevemezsiniz, hoşlanabilirsiniz ancak sevemezsiniz. Arkadaşlıklar için de geçerlidir bu. Ne yapmalı o zaman? Ne kadar kolay olabilir ki hikâyeni anlatmak? Hele ki çoğumuz için konuşmak soyunmaktan farksızken. Nasıl samimiyetine güvenilebilir ki karşı tarafın? Malum; bir erkeğe karşı samimi olursun sünepe derler, bir kadına karşı samimi olursun yavşak derler. İşte böyle hastalıklı bir ilişkidir insanınki. Madem öyle, neden bu kendini anlatma ısrarı? Çünkü insan, anılarda yaşar. Bu yüzden Nietzsche ‘’unutan iyileşir’’ demiştir çünkü ölümün diğer adıdır unutmak... Zira insan anlamı kaybettiğine yolunu da kaybeder, dolayısı ile hayatını... Ne yani hayat mıdır tüm bu buhranın sebebi? Aslında evet ancak ‘’kaç kez geleceğiz dünyaya’’ söyleminin cevabı ‘’bir kez’’ olmakla beraber tam da bu nedenden dolayı bir kez öleceğimizi hatırlamamız gerekir. Fakat demiştim ya; insan bunu aşmakla yükümlüdür. Anılarda yaşar insan, fiziki bir hayat içerisinde bir anlam barındırmadığı sürece insanlar tarafından bir yere kadar değerli kabul edilebilir. Son olarak, insanların çoğu mutlak dürüstlüğe yani samimiyetle harmanlanmış bir dürüstlüğe alışkın olmadıklarından olsa gerek samimi insan gördüklerinde tedirgin hissederler, hem iyi hem de kötü anlamda. O yüzden, sizin hikâyenizi anlatacak zamanı bulmanızdan çok, insanların sizin hikâyenizi dinleyecek metaneti bulması daha önemlidir desem yanlış olmaz.
[1] Blessed are the forgetful: for they get over their stupidities, too. (Beyond Good and Evil)
Comments